YÜRÜYÜŞ
Uyumadan önce yeni bi kısa hikaye yazdım lütfen beni yok etmeyin kötüyse özür dilerim.
Okuduktan sonra yorumlara düşüncelerinizi yazarsanız sevinirim. Benim de bu yazıyla ilgili düşüncelerim var, konuşuruz.
*YÜRÜYÜŞ*
Orhan yürüyüşüne büyük bir heyecanla başladı. Önceki gün uzun süre sonra ilk defa yurt dışına çıkmış, Paris’e gelmişti. Sabah tüm problemlerini içine tıktığı evinde, şehrinde ve ülkesinde uyanmadığı için mutluydu. Gün için planladığı tek bi şey vardı. Yürümek. En son ne zaman uzun bir yürüyüş yaptığını, bir yerden bir yere gitmek için değil de kendi keyfi için yürüdüğünü hatırlamıyordu. Yalnız olduğunda genelde evde oturup telefonuna bakar, bunu sürekli yapmasına rağmen her seferinde kendine sinirlenirdi. Başkalarıyla buluştuğundaysa evde telefonuna baktığı için tam olarak yalnız kalamadığını düşünüp kötü hisseder, biriyle buluşmak yerine evde gerçek anlamda kendiyle vakit geçirmesi gerektiğini düşünür, karşısındakini tam dinleyemez, eve gittiğinde de bunla yüzleşmek yerine telefonuna bakardı.
Kaldığı airbnbden çıkan Orhan bi kafeye girdi ve kahve siparişi verdiği için kendini o şehrin bir üyesi gibi hissetti. Yürüyüşe başladıktan sonra işe giden insanlar, çocuklarını dinlemekten yorulmuş anneler, Fransız olmanın havalı bi şey olduğunu düşündükleri için suratlarında olması gerekenden fazla onur taşıyan amcalar, fareler ve ne yaptıklarıyla ilgili hiçbi fikrinin olmadığı insanlar gördü. Daha önce iki kere Paris’e geldiği için hangi bölgelerde yürüyeceğini biliyordu. Zaten özellikle gitmek istediği bi yer yoktu, tek amacı yürümekti.
İki kilometre sonra uzun süredir içinde hissettiği gerginlik azalmaya başladı. Sen Nehri sakin duruyor, ben nehriyse şaka böyle bi cümle yazmadım. Soğuk ama güneşli hava ona iyi geliyordu. Nasıl bu kadar uzun süre gergin kaldığını düşündü. Kendini sadece işe vermenin, hayatı sorgulamadan yaşamanın saçma olduğunu bilse de sürekli kendini bi şeylere kaptırıyordu.
Yürümeye devam etti. Yürüdükçe yoruluyor, yoruldukça daha canlı hissediyordu.
Bi süre sonra ayağı ağrımaya başladı. Bu onu yavaşlatmıyor, tam tersine daha hızlı yürümesi için motive ediyordu. Gelecek için umutlu hissetti. Hayatta yapabileceği şeyler, eğlenebileceği zamanlar olabilirdi. Hızlandı.
Birkaç kilometre sonra sol ayağının ağrısı çekilemez bi hal aldı ve ayakkabısını çıkardığında tabanlığın delinmiş olduğunu fark etti. Küçük hesaplamalar yaptıktan sonra Paris’in on beş dakikalık mesafede bulunan alışveriş bölgesine gidip, hızlıca yeni bir ayakkabı alıp DURDURULAMAZ yürüyüşüne devam etmenin en mantıklı şey olduğuna karar verdi.
Alışveriş bölgesi kalabalıktı. Karşıdan karşıya geçmek zaman alıyor, insanlar dükkanların önünde sıra bekliyordu. Skechers’a girdi. Ayakkabıların hiçbiri istediği tarzda değildi. Yine de dükkandan çıkmak yerine belki de kaçırdığım bi şey vardır diyip beş dakika boyunca gözlerini aynı yirmi ayakkabıya dikti. Hiçbi şey bulamadığını kabul ettiğinde Nike’a gitti. Erkek ayakkabıları üçüncü kattaydı. Asansör yoktu, üstündeki mont yüzünden terleyerek yukarı çıktı.
Yürürken ölümsüz, ya da ölümlü olmasına rağmen gerçekten yaşıyor gibi hissediyordu. Bu hissi tekrar yakalamak için yürüyüşe devam etmeye, ayakkabıları başka zaman almaya karar verdi. Ama dükkandan çıktıktan otuz saniye sonra tabanındaki sert ağrı ona devam edemeyeceğini söyledi. Evet, ayak tabanındaki ağrı onla konuşuyordu. Şaka böyle bi şey olmadı, yazdığın şeye güvenmediğin için saçma espriler ekleme.
Bu sefer Timberland’e girip uzun bilekli, kahverengi ve hafif pahalı bi bot beğendi. Tam ayakkabıyı alacakken daha ucuz bi şey aramaya karar verdi ve tekrar Skechers’a gitti. Farklı bir sonuç beklermişçesine daha önce beğenmediği ayakkabılara baktı. Değişmemişlerdi. Timberland’e geri döndü. O botu alacağından emindi ve bu yüzden kötü hissediyordu. Her yıprandığında yeni bi ayakkabı alsa hayatı boyunca çalışması gerekecekti. Sistem kazanmış, Orhan kaybetmişti. Ayakkabıyı almak kendine ihanet etmek demekti. Ayakkabıyı almak sorumsuzca para harcadığının, hayatını ilerde sürdüremeyeceğinin bir göstergesiydi. Tam bu sırada saatine baktı ve bir saattir mağazalarda dolandığını fark etti. Timberland’de doğmuş, Timberland’de büyümüş, Timberland’de ölecekti. Mezarı bi ayakkabı kutusu olacaktı. Her şeyi abarttığını, botu alabilecek parası olduğunu düşündü. Peki bu düşünce gerçek miydi, yoksa zaten botu alacağını bildiği için kendini kandırmaya mı çalışıyordu? Ayakkabı almak gerçekten de bu kadar depresif bir şey miydi?
Sonunda cesaretlenip ayakkabıyı alıp giydi ama tam mağazadan çıkacakken biraz rahatsız hissetti. Ayakkabı küçüktü. Peki bu düşünce gerçek miydi yoksa para harcadığına pişman olduğu için mi böyle hissediyordu? Ayakkabı gerçekten küçükse bunu neden ilk denediğinde fark etmemişti? Orhan işe yaramaz bir beyinsiz olduğunu düşünüyordu.
Biraz süre geçince hatasını kabul edip botun yarım numara büyüğünü denemenin ayağını vuran bir bot giymekten daha mantıklı olacağına karar verdi. Aldığı botu büyüğüyle değiştirmek için 10 dakika DAHA harcadı ve yürüyüşüne kaldığı yerden devam etmek için mağazadan çıktı.
3 saat daha yürüdü. Artık hiçbir şey hissetmiyordu. BELKİ DE HİSSETMESİNE GEREK YOKTU. DU DA Dİ. Birinin gelip kendisine sarılmasını istedi.
**SON**
hikayenin adını ayakkabıdan yürüyüşe çevirdim. Mail yoluyla alanlar ayakkabı olarak görecek :(( Bu çok önemli bi şeydi (değildi)
“Sen Nehri sakin duruyor, ben nehriyse şaka böyle bi cümle yazmadım.” Abi bir anda böyle araya girip böyle şeyler yazmana bayılıyorum ksjsjsbsjsj (çok böyle demişim başka kelime bulamadım) okumayı daha keyifli kılıyor